top of page

Özleyene Güzelleme

  • Yazarın fotoğrafı: Senem Râbia
    Senem Râbia
  • 30 Eki
  • 5 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 31 Eki

Çok oldu değil mi yazmayalı.


Herkese merhaba,


Öyle diri bir an yaşadım ki bu hafta, içimde kalan duyguları size eşzamanlı anlatarak derlemek en iyisi olacak diyerek oturdum yazının başına. Bazen birlik hissi, zannettiğimden daha güçlü titreşiyor içimde. Düşünen kendim yerine anlattığım kendime ihtiyacım olduğunda diyorum ki: “İyi ki var şu, birlikte hissetmeye aşkla açılan gözler, kulaklar.”


Hemen bir çırpıda geliyorum beni yazının başına oturtan, çok derinden etkileyen bir olaya ve son zamanlarda üzerine hayli düşündüğüm tuhaf karşılaşmalara:


Birkaç gün önce oğlum Doğu ile sokağımızın köşesini dönmek üzere ilerlerken, yolda öylece ayakta durmuş, bütün bedeni titreyerek ağlayan bir insan gördüm.

Öyle acayipti ki ayakları yeryüzüne çakılmış, başı gökteki bir ipini koparmış gibi…

Kalbi ise dışarı çıkıp içeri giriyordu; hiç böyle bir bedensel dalgalanmayı izlememiştim. Kalbi dışarı çıktıkça kalbimi çağırdı sanki. Ben de, çaresizlik duygusunun bedenli hâline doğru çekilerek yaklaştım. “Ne oldu sana?” dedim. “Şimdi annem öldü, acımı yaşıyorum,” dedi.


Gözleri hem çok yakında hem çok uzakta, perdenin kalktığı bir eşikte gibiydi. Yardımcı olabilecek bir alan açıldı aramızda; ellerimi uzattım. “Sarılabilir miyim?” dedi. Sımsıkı sarıldık. Başını omzuma koydu, sarsıldık bir süre beraber; Doğu da arkamdan bana sarıldı. Yol ortasında bir annelik hikâyesinde buluştuk üçümüz. Orada, acının sağ omzundan karnıma kadar akıttığı gözyaşlarıyla kalp alanım yıkanırken,

o sadece “Özür dilerim anne,” diyerek tekrar ediyor ve titreyerek ağlıyordu.

Birinin bana “anne” diyerek bağıra bağıra özür dilemesiyle, ona kucak olmak ama arkamdan bana yumuşakça güvenerek sarılan oğlumu da kollamak arasında, verdiğim ve aldığım anneliklerin tüm kuvvetiyle onu kaldırıma, sonra da yetişmesi gereken vedaya uğurladım. Sanki kucaklaşınca, ipi kopuk başı yeniden ayaklarının üzerindeki bedenine yaklaştı. “Bağlar, içimizde ve dışımızda her yerde hep varlar!” diye düşünürken Doğu ile el ele, sessizce döndük köşemizi…,


Bir tuhaf sessizlik… Yedi yaşındaki aklıyla anlamasa da, yaşsız olan kalbinde nasıl bir şeye şahit olduğunu biliyordu. İçimde, ölebilme ihtimalimle; durgun ama sağ omzumda kalmış şelaleden kalbimin önünde akan hayata, karşılaşmalara, insan olmaya ve özlemlere dair tefekküre daldım.


Dünyada kalbimizi ezen bunca olay yaşanırken, bu ufak hikâyede tek bir bedende insan olmanın en gerçek hâline temas etmek, içimde bir yerleri havalandırdı işte, ne bileyim. Oğluma da “Neden o kadar ağlıyordu?” diye sorduğunda, “Özleyeceği için…” diyerek geveledim bir şeyler.


Sonra aldı mı beni özlemekle ilgili fikrî ilintilerim… Kendiliğinden başlayan düşünsel yolculuk, beni ölümden alıp yaşarken hissetme hallerimize, özlemlerimize ve özlemenin köklerini sizinle birlikte düşünmeye oturttu.

Sahi, özleyen kim? Özlenen ile arasında nasıl bir ilişki var? Kök ile çiçek gibi mi? Yoksa Necip Fazıl Kısakürek’in “Ne hasta bekler sabahı, ne taze ölüyü mezar; ne de şeytan bir günahı seni beklediğim kadar…” dediği gibi mi?


Özleyen ile özlenen, acıkan ile doygun olan, dolan ile boşalan arasında, alışageldiğimiz için göremediğimiz başka nasıl fısıltılar var ki acaba?


Derken şimdi telefonum çaldı: Eski eşim, oğlumun babası Can! Sesi telaşlı: “Annemi hastaneye kaldırmışlar, durum kritik sanırım!” 



Ve yazı durdu. Zaman durdu…


Üç ay sonra:


Şimdi yine yazının başına oturdum; yarım kaldığı yerden, tüm belirsizliklerden göçtüğüm yere, yarıklarıma kuruldum.


Beklenenler geldi, bekleyenler gitti, umutlar belirdi; içeriden içeriden bilmeler, hayal edilemeyenler, hayal edilip gerçekleşenler, yüzleşmeler, dertleşmeler, vesveseler… Ve en nihayetinde, sanatlı yanımı sergi açarak kucağıma almamla birlikte yeniden buradayım.

Bu sabah kalemi elime alınca baktım ki kalbim, sevilmeye dair çevirmiş rotasını.


Özlemlerden sevgiye, sevilmeye, sevmeye; etkene, edilgene dalmışım… Sevmek bir iş iken, sevilmek ne acayip bir ihtimalmiş; ona dolandım.


Değerli hissetmek, var olduğunu hissetmek, huzuru dinlemek, demlemek varken;

“Bu zaman geçici, sakın yerleşme bu hâle.” “Neden bu kadar değerliyim ki şu an?”

“Ya bu sevgiye çok alışırsam?” “Ya bir hata yapar kaybedersem?” “Ya bir fırtına eserse?” vb. ile devam eden koşullu kaynaklarımıza, transparan yalnızlıklarımıza, hatta nam-ı diğer kaygan zemin rakslarımıza bakakaldım.


Olduğun yerde olamamanın, “Nasılsa geçecek,” deyip de keyif alamamanın; daha yaşarken bile özlem dolu olan keder yolculuklarımızın hatırasına bakakaldım. Bu kederi kucaklayanlarda başka türlü parlıyor neşe, onu iyice anladım.


Gelip geçen âna bile duyulan ince bir özlem kadar, her an yanı başımızda.


Zannediyoruz ki sevilmektir en büyük arzumuz; oysa içinde zebellah gibi kaybetme korkusu var. Yine zannediyoruz ki yalnızlıktır korkumuz; ama içinde güllabi gibi yaşam inadımız var.


Var, evet, hepsi var.


Ve en nihayetinde, kırk gün evvel Belgin anneyi kalplerimizde yeşereceği toprağa uğurladık. Bir tohum gibi, anılarımızla harmanlayarak ektik. Derken onun neşeli hâlinde ortama yaydığı ışıkla tüm neşeli insanlar parladı gözümün önünde. İşte tam orada, fısıldayan sesin anlattıklarından bahsedeceğim biraz.


Her geçen âna bile özlem dolu, keder ile genişlemiş kucaklara bir güzelleme olsun inşallah.


Bu yaz, o bekleme dönemlerinde, kalp alanımda başka birçok şey olurken, kaleme düşen bir şarkı sözüyle başlayayım evvela. Henüz müziği olmadığından yazabiliyorum ancak; ama okuyan her göz, kendince bir ritim de duyar muhakkak.



Narin bir sabrım olduğundan değil,

Zarif sevmelere düşkün olduğumdan böyleyim.


Güzel söz ile parlayan bakışa,

Hâl diye yayılan nakışa,

Huy diye iliştiğimden değil,

Ezelinden, özlem dolduğum için böyleyim.


Böyle olmayı bildiğimden değil,

Gönlüme gönül katana meylimden,

Avcuma şefkat olanın sesinden,

Fikr-i ihtimalin heybesinden beri böyleyim ben.



İşte, bir sûrette beliren sevgiliyi, dost cemalinde beliren öğretiyi, marifet dolu bir ihtimali, bir bedenin ölümünü, bir soyutun somutunu, ilhamın doğumunu beklerken yorulan sabrımın içinden nihayet geçtim bugün.


Dedim ya; narin olduğundan değil, kendi ışığından korkan kabuğuma yapıştığından olmuş olanlar.


Yok! Ölenler bundan ölmedi elbet; bitenler de bundan bitmedi. Ama çeşitli beklemelerin eşiğinde, olanlar olurken ben nasıl yanıtlar üretmiştim, onları seyre daldım. İçimde ne olmuş? Nasıl beklemişim? Neyi özlüyorum? Esas, kalbim neyi özlüyor?...


Derken özlem yüzler değiştirdi. O oldu, bu oldu; kuzen oldu, dost oldu, anne oldu, çocukluk oldu. Anladım ki içimdeki özlem bana bir şey anlatıyor. Her birinin hâline bürünüp bürünüp beni odadan odaya, hâlden hâle sokuyor. O sandım, bu sandım; ama anladım ki başka bir şey fısıldıyor. Sonra aklımda Jung’a seslenirken ,kendisinden şunu anladım: “Biz dışarıdaki bir şeyi arzularken, içerideki bir şeyi çağırıyoruz.”

Tamam. Anladım.


O zaman soruyorum size de şimdi, düşünelim mi beraber: Varsayalım ki, herhangi bir yerde çok net bir buluşmayı bekliyorsunuz; ya siz erken vardınız ya gelecek olan gecikti. Ne yapıyorsunuz? Telefon, elbet. Hadi diyelim, bir irade ile koyduysan kenara, ne taşırsın yanında? Kâğıt, kitap, kalem, sigara, kulaklık…


Bu, beklemenin bir çeşit hâli. Az çok zamanın kotası belirli. Ama en hakiki tercihin ne olurdu, bir soluk içine baksan? Sahi, sen nasıl bir bekleyensin? Bastıran, koşturan, telaşlanan, donan?


Bir de tümü belirsiz durumlar var: Hani, ne zamanı belli, ne sonu, her şey kendi vaktine bağlı; kavramın adı: Zaman. Belirsizlik ile gizemi karıştıranlardan mısın? Güvende olmak ile huzursuzluğu yarıştıranlardan mı?


Ben kendimin bekleyen hâliyle hiç bu kadar yakından tanışmamışım bu zamana kadar. Hâlâ tanışıyoruz biraz biraz; çünkü her belirsizlik ya da bekleme hâli, bir başka tarafıma ışık tutuyor. Her biri başka tınlıyor. 

Sonra diyorum kendime: “Pişşt, dikkatin neredeyse ışığın oradadır.”Gel bakayım beriye :) Burada başka hoş bir şeyler de var.


Duygudan kaçmak için değil, duyguyla oturabilmenin yollarına bakarak.


Eh işte  güzel canlar,  bazen birini özlüyor gibi, bir şeyi arzuluyor ya da bir koşulu bekliyor gibi görünsek de… Sevgiye açık olmayı, birlik hissini, korunmayı, varlığımızın görünmesini, güvende hissetmeyi, teması veya bağ kurmayı özlüyor olabiliriz.

Peki acaba, özlem hâlindeyken duygunun ucu dışa dönük gibi görünse de, hareketi hep içeri doğru olabilir mi ki biraz? Ne dersiniz?


Belki şimdi bilmiyoruz cevabı, ama olsun. Bir derin nefes boşaltıp başlarız belki; omuzlar falan yumuşar…Kaskatı kesilmeye belki şimdi gerek yoktur o kadar. Özlem her daim bizimle ise, soluk alıp verdiğinde her şey yayılır ve yumuşar.


Ellerini kalbinin önüne koyup seslenmek de var; kendine, içinde taşıdığın yaşam sevincine doğru, şöyle usulca fısıldamak: “Gel canım, gel; kalbimde buluşalım şu an.”


Bugünlük bu kadar deyip, yazarım yakında tekrar. Daha çook konu var.


Şimdilik Kalp Hanlarınızın aydınlık, havadar ve ferah ferah ışıldaması dileğiyle…


Bâki selam.





Güncel etlkinliklerimizden habedar mısınız?


 
 
 

Yorumlar


bottom of page