top of page

Peki ya kaç ben daha var?

Senem Râbia

Bugün Yunus Emre deminden ses edeyim istedim size,


Güneşi görünce şenlenen içim ile bugün yine Yunus telinde titreşmekteyim. Bazen olur öyle, arada bir geliveren Yunus demi ile dilimde ilahisi tütüverir. Bir bakmışım “Bir ben varmış bende, benden içerû” derken perde ile muhabetteyim.


Hemen bıraktım perdeyi, oturdum iki kelime lakırtıyı, perdeye dizeceğime canlarıma dizeyim dedim.

Perde dediğim, gayet fiziksel evlerimizdeki perde ama mânada ayrı anlamı var ise de şu an bilemiyoruz tabii. Yazarken öğreneceğiz her zamanki gibi.


Yazının başındayken, bulunduğumuz ana bi varalım derim. Hadi siz de derin bir nefes boşaltın da oturduğunuz yer ile temasınızı arttırıverin. Nereler değiyor zemine, arkanızda nelere değiyor bedeniniz. Rahat mısınız? İdare etmediğiniz, gerçekten rahat bir oturuşu bulduğunuz yerde misiniz? Ayaktaysanız yerçekimine yayın tabanlarınızı ve başlayalım hadi. 

Şiirinden daha çok ilahisine aşina olan kulaklarımızın bildiği “Seni ben severim candan içeri.. Bir ben vardır benden içeri…”


Aşk ile divane olan Yunus’un hakikat anlayışından bahsedebilmek, değil bir yazı ile mümkün olsun, deryalar dolusu mürekkep ile kainatı baştan ele almak gibi sanki. Kimi kimseler için bu mümkünse de, ben yalnızca, iki kelimeye cihanı sığdıran birinden aldığım ilham ile aklıma gelenleri paylaşacağım şimdi. Çünkü sormadan edemiyorum “Ben kimim sahi? Kaç kişiyim?” Evde, çıkan perdeyi asarken düşünüyorum işte: Her bakan gözde başka bir halim belirirken, içimde gelişen hisler ile belli ki karşılaşmalar olana kadar zannettiğim kişiyim, karşılaşma anında olduğum kişiyim, karşılaşma sonrasında olmak istediğim biriyim. 


Birisi demişti, biz üç kişi gezeriz diye. Hangi düşünür, yazar ya da herhangi biriydi inanın emin değilim şimdi ama yer etmiş kafamda işte. İnsan olduğu, olduğunu zannettiği ve olmak istediğiyle birlikte üç kişidir. Hah şimdi, böyle düşününce bunlar sacayağı mıdır, veche midir, vehim midir bilemedim tabii.


Düşüncelere dalmışken, bu soruya bizden önce yolu yürüyenler nasıl yanıtlar aramışlar, göz gezdireyim aklımın içinde dedim.


Merak etmeyin, derin felsefe yapacak değilim, nihayetinde sıradan bir yazı olsun da okuybilelim değil mi : )  Bugün, yoluma ışık tutan, Uzak doğu öğretilerinden ele almaya karar verdim şimdi. Hadi gelin Budizm’de bahsedilen kosha kavramıyla başlayalım, ne dersiniz? 


Öğreti diyor ki: insan, tek beden gibi görünür ama aslında beş katmanlı bir yapıdan oluşur. Fiziksel anatomimiz gibi, görünmez olan süptil bir anatomi daha vardır; Bu yapı da fiziksel bedendeki organlar ve kanallar gibi, başka türlü işleyen sistemlerden oluşmaktadır. İşte bu anatomik anlayışa göre, her insanın varlığı, birbiriyle bağlantılı bu beş katmanıdır. Bu katmanlara “Kılıf” anlamına gelen “Kosha” denilir ki, bu da Sanskrit kökenli bir terimdir. Vedantik gelenekten günümüze uzanan bu öğretide, insanın fiziksel beden bilincinden en yüksek bilinç seviyesine uzanan farklı varoluş düzeylerini ifade etmektedir. Eğer ki tüm bu beş beden birbiri ile hizada olursa o zaman Atman denilen ruhun nektarını yaşatmak an meselesidir.


Bu kavramdan, yazılı olarak ilk kez Upanişadlar'da, özellikle Taittirīya Upanişad'da (M.Ö. 6.-5. yüzyıl) bahsedilmiştir. Daha sonra Advaita Vedanta (Shankara, M.S. 8. yüzyıl) gibi felsefi akımlar tarafından geliştirilerek günümüze kadar getirilmiştir.


Şimdi tarihçeden de kısaca bahsettiğimize göre bakalım bu beş katman neyin nesi imiş:


İlk katman Annamaya Kosha: Topraktan gelen besin döngüsü ile varlığını sürdürebilen fiziksel bedenimizdir. Yediğimiz her şeyin içindeki mineralleri ve nicelerini bedenimize kattığımız bu katmandan şöyle bahsedebiliriz belki. İçinde atomları barındıran, çeşitli vitaminler, lifler taşıyan besin zincirinin bir parçasıdır. Toprak gibi katı, elle tutulabilir, acıkan, doyan, boşaltım yapan yaşamsal bir yapı taşıdır. Yaşama içgüdüsünün ve doğanın olağan bir parçasıdır kendisi.


Peki portakal diye yediğimiz aynı zamanda portakalın içinde taşıdığı tüm yaşamsal bilgi ise durum değişir mi? Değişir... Tohumdan ağaç olmayı, çiçek açmayı, meyve olmayı ve yeniden topraktan büyümeyi bildiği gibi… Dolayısıyla bizim hücrelerimize  katılan yalnızca C vitamini değildir. Aslında bir yandan anne sütü ile hayata tutunmak gibi düşünsek: Annemizden aldığımız süt, besin değeri taşırken, aynı zamanda annenin taşıdığı hislerin de bebeğe geçişidir. O zaman bizi hayata bağlayan da sadece sütün beyaz rengi olmayabilir, öyle değil mi?


Peki yemeyi içmeyi kapsayan içgüdü kabımızdan, ilk katmandan, daimi bir kaynak olan soluğumuza getirsek dikkatimizi. Çok evvel zamanlardan bu yana süren yaşam, kendi içinde daimi bi canlılık barındırıyorken, her nefes alış verişimizde tüm elementler, zaman, mekân ve hislerle beraber içimize dolan ve dolaşan esas şey nedir? Her nefes alış ve verişimizde denizin balığı, havucun toprağı gibi her zerremizle içinde bulunduğumuz aleme tümüyle bağlansak hissedeceğimiz nedir?


Düşünsenize, hayat, sen nefesini her an alabil diye orada tüm varlığıyla mevcut olurken bu mevcudiyet bir şefkat değilse nedir ? Gördünüz mü, hava diye soluduğumuz şey, meğerse şefkatin ta kendisimi imiş.


Öyleyse, hayatın varlığımıza katılışına anlık bir şahitlik etmek istesek, iki soluk durmak yeterli olacak belli ki. Teşekkür edercesine derin bir nefesi zarafetle, ikram eder gibi, özenle, besler gibi bırakabilir miyiz geri? Kaynağı besler gibi… Bir iki nefes şimdi izlesek mesela, kaynaktan beslendiğimiz gibi biz de onu besleyebilsek nasıl hissederiz?


Acelen yok ki, hadi vakit tanı yerleş bedenine, ilk bağ böylece kurulmaya başlar belki.


Şimdi devam ediyorsan eğer, hazır muhabbeti soluğa getirmişken ikinci katman olan Pranamaya Kosha’ya çevirelim dikkatimizi: Su gibi akışkan olan nefes aracılığı ile bağ kurduğumuz "yaşam"ın, bize nüfuz ettiği, titreştiği soyut katmandır kendisi. Nam-ı diğer, Enerji Bedenimizdir.


Anne sütünden bize geçen bilgiler ve hisler gibi, 5 duyu ile tanıdıklarımızın dışında hissettiklerimizin olduğu eşiktir kendisi.


Ruhsal çalışmalarda sıklıkla duyduğumuz çakra, nadi, enerjiler gibi kavramların hepsi bu bedenin işidir. Atar damar toplar damar gibi, aşağı ve yukarı hareket eden enerji kanallarına denilir nadi. Kaslarımızı, damarlarımızı oluşturan tübik kanallı yapılar gibi, yer ile gök arasında hacim kaplayan bu bedenimizin içinden enerjinin geçiş yollarıdır diyebiliriz.

Bir insan bedeninde 72.000 nadi olmasının yanı sıra üç temel nadi/ kanal hayli önemlidir. Üçleme zaten bir gelenektir kadim öğretilerde ama buradaki ana kanallar çok temel niteliklerin tasviridir. Eril (Yang) ve dişil (YİN) ile merkez kanal ( Omurga)  olacak şekildedir. Omurga hakkında daha çok konuşulur ama sinir sistemi, nöron, beyin, elektrik falan desem bir şeyler kendiliğinden aklınıza  belki geliverir.

İşte bu üç kanalın birbiriyle kesiştiği yerlere de çakralar denilir. Çakraların da insan bedenindeki deliklerle aynı yerlerde olması tesadüf değildir. Çünkü bütün mesele az önce de söylediğim alış ve verişte gizlidir. Bu eşiklerdeki tavrımız ile ilişkilidir.


Alma verme dengesi gibi derin bir yere doğru çekilmeden evvel, alma verme kavramları hayatımızda nerelerde mevcut düşünmek keyifli olabilir.


Düşünmek için bir kenara notunuzu aldıysanız, alma verme deneyimlerimizi nitelikli kılan üçüncü katmana Manomaya Kosha’ya hoşgeldiniz.

 

Nefestir, yemektir konuştuk tamam ama hayatta bir tek alışveriş bu olmadığı gibi, neyi içimize alıp almayacağımıza karar veren, İradenin ateşi ile seçimlerimizi ve düşüncelerimizi belirleyen Zihin Bedenimiz. 

Hazır kağıt kalem yanınızdayken şu soruları da bir kenara iliştirebilirsiniz isterseniz, sonra devam edelim. 


Basit bir seçim yaparken hangi sesler konuşuyor içimde? Karar veririken nasıl bir duygu beliriyor gözlemleyebilir miyim? Kahve içmek ya da işten ayrılmak arasındaki duygusal farkları oluşturan şeyler nelerdir? Evet ya da hayır derken nasıl biriyim?


Şimdi bu kılıfta bahsedilen inceliklere birlikte bakmaya devam edelim. 

Hani bazen bir alışkanlığı değiştirmek isteriz ama irademizi hangi yönde, nasıl güçlendireceğimizi bilemeyiz ya. Sanki bir öngörü edinsek çevremizden hayattan rahatlayacakmışız gibi gelir, oysaki esas ihtiyacımız olan sade bir içgörü geliştirmektir.

İşte bu katmanda, yerleşik koşullanmaları farkedebilmek ve kalbin hakikati önünde engel teşkil eden alışkanlıkları yeniden yapılandırmak üzere çalışmak gerekir.

Güneşin her gün aynı kuvvetle doğup, ışığını her yere eşit yayması, nesneleri ayırt etmemesi gibi, biz de gölgeleri deneyimleyen kararlarımızı gözden geçirmeliyiz.

Işık her yere eşit vururken bizim nasiplenmemiz önündeki engeller nelerdir? 


Zihnin geçmişten beslenerek geleceğe don biçtiğini hepimiz iyi biliriz. O zaman zihin bedenin dengede olması ve diğer kılıflarla hizada olması için irademizi tanımamız iyi bir başlangıç olabilir sanki. Öngörü Güneş ise iç görü magmadaki ateştir. Dışarıdan ve içeriden olan arasındaki köprüyü bir kurabilsek, yörüngemizde efil efil döneceğiz azizim:)


İrade bir ateş ise, hava ile tutuşmaya meyyaldir; işte o ihtiyaç duyulan hava da kalp bölgesinde dirimlidir. Ancak dengeli bir ateş ile, kül olmadan ışıldayabiliriz. O zaman kalp ile bağlantı kurmadan evvel karnımızda öyle bir kandil yakmalıyız ki dördüncü kılıfın perdeleri ışığı geçirsin. Gördünüz mü geldi işte Yunus’a çağıran perdelerin gizemi. Hadi açalım irade gücümüzle de ışık her yere eşit vursun gari: )


Nasıl mı açacağız perdeleri? Yavaş yavaş. Kendine vakit ayıra ayıra gelişecek bu iç görü hali. İstikrarı kendine kullanmaya başladığında daha iyi tanıyacaksın kendini. Zihin dengede olunca da dördüncü kılıf olan Vijnanamaya Kosha ile hizalanmaya geçeceğiz.


İşte, burası meşaleyi canlı tutan hava gibi, duygu ve düşüncelerin çekiştirmediği yüksek bilinç ile bağlantıda olan Akıl bedenimizdir. Bildiğimiz akıl yürütme biçimlerimizden biraz daha farklı işleyen Sezgi dediğimiz narin bir organdır diyebiliriz. Çoğunlukla ötelediğimiz ama insana özgü bu yetinin, bireysel yaşantımızda kudretini nasıl tecrübe ederiz peki? 


Soralım kendimize sezgi dediğimizde aklımızda beliren nedir. Hani belirmemiş geleceği kontrol etmek için mi kullanıyorsun? Senin olmadığın yerlerde neler oluyor anlamak için mi? Birinin aklını okumak için mi? 


O zaman şunu da sorarak devam edelim: Karar alma aşamasında danışıyor musun kendine? Hem bu gezegende uzun uzun ömür geçirmiş türünün bilgeliğine hem de kendi biricik ömründeki tecrübelerine…

Tohumun ağaç olup, yeşerip köklenip yeniden tohum olmayı bilmesi gibi, tüm sürecin bilgisini varlığında taşıyan bedenindeyiz şimdi.


İçimizdeki potansiyeli, en yaşlı bilge halimizden yeni doğan halimize kadar her evremizi bilen ve bazen vicdan yoluyla fısıldayan ama en temelde,


Korkulardan, taraflardan, deneyimlerden özgür, sezgilerle bütün olan bedenimiz.

Hayvani olan sezgilerden, deneyimlerle damıtılan, sağlıklı örüntüleri duygusal dalgalarla değil berrak bir görüş ile ifade eden sezgilerin içindeyiz.  İçsel vicdan terazimizin sakin sesini duyabilecek kadar yakınız kendimize diyebiliriz. Bir bakmışız beşinci kılıfın demindeyiz. Birlik hali ile bağlantıda olan Saadet Bedenimiz Anandamaya Kosha. 


Hepimizin hayata getirdiği bir nektar ve açmayı bekleyen çiçekleri olduğu gibi…

Doğa, hava, ateş, su toprak ve niceleri, sen de meyvesi olduğun çiçeği aç diye, tüm canlılığıyla dışarıda hazır ve nazır var olmaya devam ediyor olsa,

Bu, ne olduğunu henüz bilememe ama içeride hissetme hâli ne kıymetli olurdu değil mi? Yolculuğu heyecanlı, yaşanası ve bereketli kılardı sanki.


Gel gör ki bahçenin diğer canlılarına kıyas ile bakınca tadı kaçıyor, hayali perdeler altında kalıyor sanki ışığın: Kendi nektarını henüz bilmezken yanında belirenlerle ya da hava koşullarıyla kendini özdeşleştirince bir bakmışsın nektarınla bağlantın kopmuş, bir başkasının dolabında askıda kalmış yaşamın. İlk kez deneyimleyen merak dolu gözlerinle, hayatın coşkusuna gelip geçiciliğine kendini bıraktığın anlar gibi, kendliğinden orada var olan yargısız, berrak bir var olma haline hazır olabilir misin?


Peki ya sen şu an hangi evresindesin yaşamın? Tomurcuk mu? Toprak altında Tohum mu?  Meyve içinde tohum mu? Dal mı? Ama hal bu ya, her dem gibi bu da geçer değil mi?


Ne de olsa kadim meyveler gibi süregelen nice çeşni arasında, her bir nektarın bilgisi kendinde gizli

Tohumken de oradaydı fidanken de orada..

Hep orada..

Bakış ile dikkat az daha içe doğru cevrilince, hani beş duyudan azade, okuduklarımızdan, deneyimlerimizden, kimliğimizden, bizi bir kez gören gözlerin şahitliğinden özgürleşince; o hücrelerinde başka bir bilme hali beliriverir ya,

İşte tam orada, artık saadet bedeni de geçtin. Atman denilen nektarın içindesin.


Oraya doğru kendiliğinden nabız gibi sürüyor zaten yaşam ama bir an herhangi bir rüzgar gibi esiversek, kuş gibi konuversek, yağmur gibi sadece yağıversek, ya da sadece insan gibi aldığımız nefesi, attığımız adımı, hissettiğimiz duyguyu biliversek...


Nektar tam orada olacak.


Ona doluyoruz vesselam


Şimdi sen de ben de bilemeyiz hangi kılıfın içinde kendimizi hapsettik. Sıralı anlattım ama sıralı olmak zorunda değil hiçbiri. Sadece fark edersek belki dengeyi davet edebiliriz.


Elbette yoga yapabilir, meditasyona oturabilir ya da sadece yürüyüş yapabilirsin ama şimdilik yeni bir eylem yaratmadan evvel mevcut eylemlerini tanımaya ne dersin? Sadece kendini gözlemleyerek…


İşte Yunus’un bir ben vardır benden içeri derken açmaya davet ettiği perdelere buradan başlayabiliriz belki.


Ben de sökülmüş perdeyi takmaya devam edeyim.


Sevgiyle kalınız dilerim.



Comments


bottom of page