top of page

Seni, beni, hepimizi kapsayan ihtimal

Senem Râbia

Merhaba,

Bugün neden bilmem ama sonlanma ve zarafeti irdeliyor içimden yükselen ses.

Bu gezegenin en temel hakikatlerinden biri sanki


Geçicilik, ahenk ve ritim:

Duraksamalar ve yeniden beliren hareketlilik…

Devinim

Canlılık.

Bedeni aşan Döngü…

Sema! Sema! Sema!

Kan deveranı,

Elektronlar, Protonlar

Yörüngesinde dönen gezegenler, galaksiler yıldızlar…

Doğan gün. Batan gün.

Kozasından çıkan kelebek

Filizlenen tohum ve ağaç olma kudreti

Dökülen yaprak, Yeşeren yaprak,


Annesinin karnından atmosfere doğan bebeğin korkusu ve ilk nefes ile gelen yaşam özlemi


Şairin ezgisi


Şimşeğin çizgisi derken…


Parçası olduğumuz bütünün nihai ve daimi kımıldanışı ile uyumu hatırlamak da bir marifet olsa gerek değil mi?


Acaba insan kendisine sadık olsa, bu marifete yol kurulur mu ki? Hani söz vermenin erdemini, kelamın kudretini hatırlasa ve bir an kendine dost bir edayla cümlesini kursa, şöyle dese :" hadi ikiliği bırakalım artık. Sen kalksın aradan ben kalksın, iyi kalksın kötü kalksın ve BİZ olalım!"


Mevlânâ Celâleddin-i Rumi'nin şu caanım hikâyesinde bahsettiği gibi:


*Bir gün kendini hakikat yoluna adamış bir derviş her defasında rüyasında gördüğü, ona işaret edilen mürşidi, sevgiliyi nerede bulacağını öğrenir ve kalbini dinleye dinleye kapıya varır; çalar, tık tık tık. İçeriden "kimdir kapıdaki" der ses. Genç derviş içeridekinin de onu beklediğinden son derece emin bir heyecanla "Benim, geldim," der. İçerideki ses "Git buradan," der. Derviş anlam veremez ama gönlündeki ateş ile yollara düşer. Yanar yanar ve bu ateş ile, aşk ile kalbine idraki düşer nihayet. Dünya güneşin çemberinde turunu tamamladıktan sonra tekrar kapıya varır ve yine çalar tık tık tık. İçerideki ses sorar: "Kimdir kapıdaki?"


Derviş yanıtlar: "Kapıdaki de sen, aç da girsin içeri"


Kapı açılır ve kucaklaşırlar ve şöyle der içerideki:


"Görüyorsun ya, burada iki kişiye yer yok. Hoş geldin sevgili."


Evet, aşk ile bakınca kâinata, o zaman şaşının baktığı raftaki ikili şişe olmaktan çıkar yaşam. Hakikate bakan göz ile Bir olan görülür ve ayrılıklar kalkar aradan.


Sen, ben, o derken ayrıcalığa duyduğumuz özlem, farklı olmaya duyduğumuz arzu hepimizde değişik formlarda ortaya çıksa da, toplum yaşamının bu zaman diliminde bize sunduğu halihazırdaki tanımlar maalesef bu kadar. Ama tüm koşullandırmalardan sıyrılıp “mevcut” hâlimizle kalabilsek bir an, o zaman Sıradanlığın konforunu tadabilir miyiz ki acaba?


Canlı diye görmediğin nesneler bile senin bir parçan olsa, o zaman zarafet dağıtamaz mıyız yaşama?


Dağıtırız tabii ve enfes olur hatta..


Zarafet ve Şefkat en çok ihtiyacımız olan şeyken, kendimizi nasıl mahrum etmeye programlandık değil mi?


Dışarıdan bekleyerek…


Yok kırçiçeğim yok! İçeriden doğuyor şefkat, önce kendine razı olup kıyaslamadan, yargılamadan bakabildiğinde, sıradanlığını kucakladığında özgürleşiyoruz. Yani beraberce oluyor ancak.


Herhangi biri, öylesine bir insan olabilmeyi düşününce bile, temsil ettiğim her şeyin yükü titremeye başlıyor üzerimde. O kadar hazır ki hepsi benden gitmeye. Ama ben neye tutunuyorum? Hangi tecrübeye, anıya, yenilgiye ya da arzuya...


Babamın kızı, kardeşlerimin ablası, çocuğumun annesi, arkadaşımın en güvenilir kişisi, komşumun nesi, dedemin fesi…


Derken benden doğmayan bana yansıtılan bir sürü beklenti ve hayal ile, hatta bir sürü yığın örtü ile geziniyorum evellallah.


Önce şu hayattaki sıfatlarımı bir sıralasam, sonra yazsam kenara ve sorsam kendime: bu sıfat sana ne veriyor bu hayatta? Senin neyini engelliyor ya da kolaylaştırıyor? En belirgin huyu ne o Sen’in?


Sonra, gerçekten ihtiyacın var mı?


Kişiye değil elbette, o role?


Varsa neden var?


Yap, gerçekten yap…


Neye tutunduğunu görmek şu hayatta öyle büyük açıklık ki. Vakti gelip de nehirde özgürce akmanın lezzeti davet edince seni, neyden soyunduğunu gayet net bilivericez de, baklım hangi vakit:) Bıraktığımız şey kişiler değil, artık bir amacı kalmamış iletişim ve ilişki modelleri falan olacak, kolaylaşacak belki .


Başka türlü yenisi belirmiyor ki. İçine bakmadan, adım atmadan, merak etmeden, cesaret etmeden öyle kendi ivmesinde sağa sola çarpa çarpa akıyor hayat.


”E hep yenisi mi gerek yani?”, “Yani halimden memnunum, kurcalamasam derinleri, hazır yerleşmişim bir biçimde hayatıma, bozulmasa şu konforum”, “ emek verdim onca, boşa mı gidecek şimdi?”, ”Değişirim değişmesine de çevremdekiler aynı kaldıkça ben ne kadar etkili olabilirim?”, “Yeni iş icat etmeyelim", "Dokunmayalım işte, ne gerek var?“, “Değişim mi, bayılırım!”, “Hep yenilikler olsa, rutinlerden çok bunalıyorum”, “Ben zaten konfora yayılmam, insan dediğin disiplinli bir şekilde kendini geliştirmeli”, "Belirsizlikten hoşlanmıyorum", "Planlı ve tanımlı olsa iyi olur, yoksa geriliyorum", "Spontane olmalı hayat dediğin"…


Bu, aynı güçte uçlara uzanan sorular ve tutumlar da şu acayip kenarda duruversin, ne de olsa şimdi değilse bile hayatımızda hepimizin içinden, ya da sevdiğimiz birinin içinden geçmiştir, duymuşuzdur. Bu alanda da hepsine bir şekilde yer var eminim.


Şimdi güzel canlar, ne diyorduk, zarif bir davet varsa önce dikkatimizle bi icabet edelim. Yani bedenimizi alıp o davete götüreceksek, otantik hissimize bakalım. Zarif olan ferahlatır derler, acaba içinde böylesi uyanan bir his var mı? Yani diyorum ki hangi duygu ve niyet ile davete icabet ettiğimizi önce bi kendimiz görelim. Her davete katılma çabası ile değil de, her ân ihtiyaçlarımızı duyan zarif kulağımıza kalbin tellerini küpe edip öyle gidelim. Özenle, incelikle.. Hazırlıksız da olsak, zarifçe gidelim, sunulanlara bakalım, tadalım, gerektiğinde seçici davranalım, sohbet edelim, tanışalım vs.



Peki, sahi nasıl geliyor bu davetler?


Hayatı duymak, kendini duymak ve kayıp parçalarınla buluşmak için en samimi yol, herhâlde insanın kendinden geçendir, değil mi?


Öyleyse hayat bize nasıl ulaşır? Kulak yoluyla: Radyodan seslenir, yanında konuşan kişilere kabaran kulağınla seslenir, sesini sevmediğin birinin sürekli lafı uzatmasıyla seslenir, küfür ile, bağrış çağırışla, köpekle, kuşla, müzikle... Gözle davet içinse medyayı kullanır. Görsel iletişim konusunda çok iyidir: ) Şöyle olur mesela: Sosyal medyada masum hasedin uyanır, bir kitap okursun, bankta oturan birini görürsün hâline takılı kalır gözlerin, birinin çorabı senin dikkatini kendine çekiverir, birinin çirkince burnu ile... derken, çok ufak birinin devler arasında zıplayarak kendini gösterme çabası gibi hayat da senin karşında debelenir durur. Genelde fazla uyarılan zihnimiz gerçekten bizi hayat karşısında devleştirebiliyor: Sahte bir benlik ile otomatikleşmiş tutumlar geliştirerek **protezli bir tanrı gibi (yeri gelince hayatı da gözünde büyütebildiği gibi).


Hayat sana seslendiğinde, bakışlarını içine çevirip kendine “Efendim?” diye sorman yeterli. Davet mi var, ikaz mı var, rehberlik mi, işte o zaman duyabilirsin belki.


Eğer davet varsa içine sor ve dinle: içeriden yükselen bir dalga “hıhı” mı diyor “ıı ıı” mı? Cevabı duyabilirsen eğer, iç otoritenin dizginleri artık sende olabilir. “Bu cevabı duymak hiç o kadar kolay değil!” diyorsan; Evet değil ama zor da değil. Bazen üzerine uyumayı da gerektirebilir.


Bedeninde olduğunu kendine ne kadar hatırlatırsan, o kadar belirgin bir diyalog kurmaya başlaman mümkün. Bedeninde oldun, nefes aldın verdin, hatta bir de üstüne eşitledin nefesi ve sonra doğal akışında bedenine giriş çıkışını izledin. O zaman bedeni duymaya başlarsın. Hayat karşısında, beden ne yapacağını çok iyi biliyor. Sen duymayınca belirli somatik sinyallerle seni sıkıştırmaya başlayabiliyor. Ama tek bir ihtiyacı var, görülmek. Yoğun duygularla dolu bir küp çocuk gibi. Sadece görülmek.


Yani bize ne gerek? Az bi kap şefkat.


Ha haa yine geliverdik buraya: ) Bize şefkat gerek çünkü bedenine ve doğadaki tüm canlılara karşı zarif olabilmek etrafına zariflik hâlini yaymaya başlar. İnsanlar ve ağaçlar gibi tüm canlılar sen de zarafeti görünce, o hâl ile yumuşar ve çevrelerine onlar da bunu yayarlar. Sen sana zarafetle yaklaşan birini hayal et ve hatırla şimdi. Bak bedenindeki duyumlara, anımsa;, Ya da sana şefkatle dokunan birini hayal et şimi ve yine bedenini, yüzünü gör kendinin. Şimdiden dudaklarının ya da kaşlarının kenarında bir tebessüm can bulmuştur belki. Yumuşamayı fark et, zihninde canlandırdığında dâhi o hâl sarmalamaya başlıyor sanki, ne bileyim.


O yüzden hayata karşı ne kadar zarif ve şefkat dolu olmaya niyet edersek, o kadar yumuşayacaktır çevremize doluşan şeyler. Niyet etmek diyorum çünkü ne biz sürekli o halde kalabiliriz ne de karşılaştığımız meseleler. Gelişmek için zorlanmaya, kabuğumuzu kırmaya, kozamızı yırtmaya ihtiyacımız var. Meyve olabilmek için, o tohum bi çatlayacak. Cevizi yiyebilmek için kabuğunu kırdığın gibi, kalbindeki cevher çıksın diye o kalp, o benlikle birlikte bi kırılacak.


Tamam kırılacak ve çok kez kırıldı da. Peki, sen şimdi bu farkındalıkla ne yapacaksın? Kırılırken, eğer kendi hakikatinle uyum içindeysen ve kulağın hep kendindeyse, olan biteni net görebilip, çok büyük bir ilerleme gücünü içeride yaratma potansiyelini kazanacaksın. Ve o an gelip de çatırdamalardan geçerken kendine şöyle sorabildiğinde “Şu an ne hissediyorsun? Bedeninde? Nerede hissediyorsun bu duyguyu?", en iyi dostun kendin olacaksın. O zaman, o duyguyu hissettiğin yere nefes yollayacaksın ve belki bir yetişkin tokluğuyla "Seni görüyorum, şu şu şu haldesin, belki bu durumu değiştiremem ama nefes alış verişimi kaybetmeden seni iyice anlayabilmek için ipini (sinir sistemini) gevşetebilirim." Duygu senden kopup hayata doğmak istediği vakit can yanıkları başlıyor. Ayrılmak, vazgeçmek, bırakmak hiç kolay değil elbette. Sevdiklerimizden, sevdiklerimizin bize hissettirdiklerinden. Alışkanlıklardan. Ayrılmak hiçbir zaman kolay değil. Ama duygulardan ayrışmak aslında o kadar zor değil. Direnmeyi bırakınca, yoga pozlarında da yaptığımız gibi, nefes yerçekimiyle işbirliğine girip kolaylaştırıveriyor; Ya da bazen "artık burada durma, çık bu durumdan" diyor. Duyguların yaşamalarına izin verince, Her şeyin geçici olduğunu kendine hatırlatıp nefesinde kalınca, çarktan çıkmıyorsun, yörüngende sarsılıp, fırtına geçince yine yörüngende devam ediyorsun. Ya da yeni yörüngeye merkezleniyorsun. Fırtına sırasında aldığın darbeler için tek bir kalkan var o da tutup sıkıştırmadığın, ittirip çekiştirmediğin NEFES. Omuzların korkunca yukarı kalkar, bir şeyi istemediğinde öne katlanırsın, şaşırdığında göğsün baskılanır ama hepsinde en temelde nefesini tutarsın. Zihin odaklanabilmek için yaşamı ve ritmi dondurmayı tercih edebilir. Hayatta kalabilmek için, bildiği savunma mekanizmalarından biridir. Tanımsız bir durum içindeyse “don ve buradan öylece yok olalım” diyor ise, Beden ona derse ki, “Ben buradayım, merak etme. Şimdi kaçacağız ya da savaşacağız. Ben karar vereceğim ama içimdeki hıhı ya da ıı ıı’yı duyabilmem için nefesimi kullanarak berraklaşmam lazım. Sağ salim hakikati görebilmek için o bulanıklığı berraklaştırmam lazım."


Yani berraklık için, hayatın yoğun dalgalarını beklemeden, kendinle pratiğine durduk yere nefesine odaklanarak başlayabilirsin.



“E hani?” diyeceksiniz şimdi; “ Sen ben demiyorduk, koca mektup bir sen bir ben hiç eksilmedi seslenişten”..

“ee” diyeceğim ben de; “bir senden geçcez bir benden, sonra aramızdakinde buluşcaz iştee: )”


Bu laflar da burada kalıversin. İnsan türüne dair galaktik bir kılavuz gibi, bir gün hepimizin ya da birimizin işine yarar belki.


Daha devamı var esas konuya girmedik ama bu kadarı şimdi kafi olsun. Durmaktan, bırakmaktan konuşacaksak daha, ne de olsa laf hepimizde çok vesselam.

“Sonlanmaktı hani mektubun girişi, daha mektubu tamamlayamadık ?”


Kelamı başlatan “sonlanmak” ise, devam etmek ile durmak arasında sonluluk ve nokta ilişkisini de sürdüren biri var. Karar veren kim sahi?


Hadi canlarım,


Baki Selam


*Mesnevi-i Şerif, Mevlânâ Celâleddin-i Rumi

**Uygarlığın Huzursuzluğu, Sigmund Freud

 
 

留言


bottom of page