top of page

Okültizm: Ötelerdeki palete uzanmak - 2

Senem Râbia

(1862-1944)


Bir önceki mektubumda soyut kavramından ve sanattaki yerinden bahsetmiştim biraz. Bugün heyecanımın peşinde hızlıca gizli ilimler alanına da bir giriverelim istedim. 

Belki yazıyı akıtmadan evvel bir minik davet ile “Henüz” kelimesini de bohçamıza katarız, kim bilir. Yazı ilerledikçe işimize yarar belki. Yani demem o ki, henüz bilmediğimiz, henüz ıspatlanamamış, henüz keşfedilmemiş, henüz incelenmemiş, henüz merak uyandırmamış tüm olasılıklarıyla yaşama ve insan türünün anlam arayışlarına bi selam edelim.


Madde ve mâna’yı, bilim ve inancı keskin uçlara ayıran günümüz sisteminde, bilimi meraktan yoksun bırakan katılıkları ya da maneviyatı yaşamdan ayrıştıran köksüz yaklaşımları bir kenara koyalım. Konumuzu, tek bir insanın hikayesinden yola çıkarak tüm insan hallerini düşünmeye davet eden bir kaynak olarak ele alalım diyorum. Var mısınız? 


Öyleyse, yaşadığımız şu anki zamana vararak başlayalım. Teknoloji ve spiritüellik, gündelik yaşamlarımıza kök ve çiçek gibi eş zamanlı gelişip yeşerirken, 20 yıl evvel hayal edemeyeceğimiz bir bilimkurgunun tam göbeğinde gibiyiz esasen. Henüz yazılmamış ama geleceği merak eden bir edebiyatçının sınırları aşan iştahıyla iç içeyiz hatta. Böyle, zamanlararası esneyen zihnimizi, buraya getirince, şu ana; Hilma Af Klin’tin, ölümünden 20 yıl sonra gösterilmesini vasiyet ettiği resimlerini de geniş bir mercek ile ele almak yerinde olur sanki, öyle değil mi?


20. Yy’ın başlarında, resimlerini birer ilham kaynağı ve hatta mesaj olarak bizlere bırakan Af Klint’i yaşadığı zamanın ruhuyla ele almak temel maksadım ama bunun için kendisini, evvelinden gelenler ve ardından başlayanların ışığıyla yakından tanımak için o döneme şöyle bir genel göz atalım. 


Hilma af Klint, 19. yüzyılın sonlarında Stockholm’de doğmuş ve 20. yüzyılın en çalkantılı yıllarında sanatına odaklanmıştı. Birazdan bahsedeceğim, bilimsel keşifler, ruhani hareketler ve savaşların getirdiği sosyal değişimlerin tam ortasında yaşamıştı. Bu sebeple, şöyle genel bir açıyla Dünya tarihine bakacak olursak, teknolojik olarak müthiş bir hız kazanan sanayi devriminin gelişim yankıları, makineleri gündelik yaşama hızla katarken, bir yandan da insanın anlam arayışı hız kazanmıştı. İnsan ve makine ilişkisi bir kenarımızda duruversin şimdilik ama; 

Düşünün ki Sanayi Devrimi 100. yaşına gelmiş (Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana dünyada gelişenlere bakacak olursak 100 yıl nasıl bir zaman dilimi canlandırmak kolaylaşabilir belki). Fotoğraf makinesi icat edileli 20 yıl olmuş, Af Klint dünyaya o zaman gelmiş. Buradan bakınca da iphone, facebook gibi teknolojilerin hayatımıza ilk girişi kadar taze ve de eski. İlk kez 20 yıl evvel akıllı telefon icat edildiğinde nasıl karşılamıştık, şimdi nasıl? Bir yandan şunu da biliyoruz ki yeni nesil çocukların dünyası, zaten bu deneyimle var artık. İşte Af Klint’de çok benzer bir teknolojik gelişimin eşiğinde hayata karışmıştı.




Buharlı makineler, demiryolları, elektrik ve telefon gibi yenilikler toplumu değiştirirken, bilim alanında da büyük ilerlemeler kaydediliyordu: elektronun keşfi, atomun ilk modeli, görelilik kuramı, kuantum, radyoaktivite ve hatta Sigmund Freud’un psikanaliz teorisi bile bu yüzyılın gelişmeleri arasındaydı. Sonraki yıllarda ve hatta yüzyıllarda sanat tarihini nasıl etkilediğini ayrı bir metinde keyifle inceleriz, o başka. 




Biz gelelim bir de spiritüel faaliyetlerin aşamalarına ve 19. yy sonunda modern insanın yaşadığı ortama hızlıca bi uzanalım. Çünkü, tüm bu yüz yıllık gelişmeler esnasında, başka bir şey daha yaşanmaktaydı; O da Doğu mistizminin kıtaları aşarak başka yaşamlarla karşılaşma macerasıydı. İngiliz sömürgeciliğiyle birlikte Hindistan’da keşfedilen kutsal metinler, 19. Yüzyıl boyunca Batılı akademisyenlerin ilgisini iyice çekmeye başlamıştı. Yüzyıl boyunca özellikle Vedalar, Upanişadlar ve Bhagavad Gita gibi kadim metinler, akademisyenler tarafından çevrilerelerek incelemeye alınmıştı. Akademik dünyada yaşananların yanısıra 1875’te Af Klint’in de ilgisini en çok çeken okültizm ve mistisizme dayalı bir öğreti olan Teozofi, Helena Petrovna Blavatsky’nin öncülüğünde bi cemiyet olarak varlığını resmiyete taşımıştı. Yine yakın dönemlerde, Swami Vivekananda’nın 1893’te Chicago’daki Dünya Dinler Parlamentosu’na davet edilerek yaptığı etkileyici konuşmayla Vedanta ve Raja Yoga felsefesi de Batı dünyasında iyice görünür olmaya başlamıştı. Yine o dönemlerde 1861-1925 yılları arasında yaşamış olan Rudolf Steiner, 'anthroposophy' adını verdiği, insan varlığının tinsel boyutlarını bilimsel metodlarla inceleyen modern ruh bilimi araştırmalarını başlatmıştı. Bir yandan, doğrudan bilimsel yöntemlerle açıklanamayan büyü, simya, astroloji, kehanet gibi gizli bilgi ve doğaüstü güçlerle ilgilenen inançlar ve uygulamalar bütünü olarak Okültizm, cadıların yakıldığı dönemlerden sonra yeniden parladığı yılları yaşamaktaydı. Tarih boyunca okültizm din, bilim ve felsefeyle etkileşim içinde olmuş, farklı dönemlerde yükselişe geçmiş ve baskılanmıştır.




Tabii tüm bunlar yaşanırken, 20. yy başlarında, aynı paralelde bir şey daha olmaktaydı. Ne olsa beğenirdiniz bilmiyorum ama gezegenin başına gelen bu mühim hadise ile işler hayli karışmaya başladı. Gezegenin insanları, kendi aralarında kitleler halinde savaşmaya başladı: 1. Dünya savaşı! Ardından 1929’da Büyük Buhran ile dünya ekonomisi sarsılırken, 1933’te Adolf Hitler gibi nadiren beliren türden zararlı bir delilik kitleleri peşine takarak Nazi rejimini başlatmıştı.  Ardından 1939’da Gezegende başka bombalar patlamaya başlamış ve II. Dünya Savaşının son yıllarında Hilma Af klint dünyaya gözlerini kapatmıştı.


İşte bu bilgiler ışığında, bir ömüre sığan hikayeler nasıl olsun da değerli olmasın? Hilma af Klint’in eserlerini incelerken, sadece bir sanat akımı bağlamında değil, onun yaşadığı çağın tarihsel, bilimsel ve ruhani dinamikleriyle birlikte değerlendirmeyi önemli buluyorum. Eğer bütünlüklü bir görüş geliştirebilirsek hem çalışmaları anlamak hem de günümüz meselelerine geniş mercekle bakabilmek daha kolay olacaktır. 

Şİmdi, artık soyut sanatı, yalnızca estetik bir yenilik değil, insan ruhunun evrensel bilgeliğe ulaşma çabası olarak ele alan Af Klint’e dönecek olursak, sanat onun için sanayileşen ve giderek daha materyalist hale gelen dünyaya karşı bir içsel keşif alanı olarak kalmıştır. Bu sebeple belki de spiritüalizm, teozofi ve bilim ile sanatın birleştiği tüm noktalar, onun sanatsal pratiğinin merkezinde üretiminin kalbi olarak yer almaktadır.




Peki nasıl olmuş da Af Klint’in ruhsal yolculuğa sarmış? Belki net bir cevabı vardır ya da yoktur ama ben bilmiyorum. Hissettiğim ise, bir bilim insanı titizliğinde başka bir boyutu anlamaya çalışması, matematiğin güçlü dilini, geometrinin çok boyutlu gizemini, manyetik rezonans dalgalarını çalışmalarına katmasını çok değerli buluyorum. Bulunduğu dönemde resimlerinde sezgiye yer verebilmesi, büyük bir meydan okuma gibi geliyor ve tutkunun peşinde gösterilecek azim için çokça ilham alıyorum. Bir yandan da şöyle düşünmek heyecan veriyor çünkü öyle tatlı bir tesadüf var ki, adeta görünmeyenin görünür olduğu zamanlarda yaşamış. Atom modelinin ortaya çıkması, daha önce hiç görülmemiş bir şeyin varlığını ıspatlanmış ve hatta neye benzediği ortaya çıkarmıştı. Bir yandan görünmeyene duyulan merak artarken, yok ruhlar, yok parapsikolojik yetiler, elektronun hareketi ve vrlığı da kanıtlanmıştı. Sonra zaten kuantum anlayışı doğarak, görünenin ötesini burnumuzun ucuna taşıyacaktı. O sebeple gelin dünya çalkalanırken, sanatçımız bireysel hayatında neler yaşamış, bir de burdan bakalım. 






Henüz, 18  yaşındayken kız kardeşi Hermina’nın ölümünün ardından Af Klint, ötelerin ötesine duyacağı merak ile buluşur. Üniversite dönemindeyken ve mezun olduktan sonra uzun yıllar çoğunlukla portre ve peyzaj resimleri yapar, doğayı da bitkiler dünyasında dolanarak okur. Ancak kardeşinin ölümü ardından içinde gelişen psişik merak ile, o dönemde Batı’da popülerleşmeye başlayan spiritüel çalışmalara doğru ilgisi iyice artar. Az önce de bahsettiğim Doğu mistizmini ve ruhsal öğretileri Batı’ya tanıtan Teozofi cemiyetinde meditasyon, ölüm sonrası, astral varlıklar ve ruhsal rehberler gibi konulara odaklanma fırsatı yakalar. 1896 yılında Spiritüel çalışmaları birlikte yürütebileceği dört kadın arkadaşıyla De Fem (Beşler) adlı spiritüalist gruplarını kurarlar. Her cuma buluşarak “büyük ustalar” diye bahsettikleri ruhlarla temas kurarlar. Otomatik yazı ve çizim teknikleriyle aldıkları mesajları kaydederler. İlerleyen yıllarda, Psychograph aracılığıyla edindikleri bu semboller, Af Klint’in resimlerinde çokça karşımıza çıkar.

Ancak, 1904 yılında aldığı mistik bir mesaj onun sanat kariyerinde dönüm noktası olur. Bu mesajda, ruhsal varlıklar ona büyük bir sanat görevi verdiğini bildirir. Bu doğrultuda 1906 yılında tamamen soyut resimler yapmaya başlar. Af Klint’in en büyük sanatsal ve ruhsal projelerinden biri olarak Spiral Tapınak (The Spiral Temple) fikri, ortaya çıkar. Bu tapınağı, sanatının bir gün sergileneceği kutsal bir mekan olarak tasarlar. Büyük ustalardan aldığı rehberlik ve sürdürdüğü ruhsal bağlantı sayesinde Tapınak için Resimler serisi ve On Büyükler gibi, diğer tüm ezoterik çalışmalarını ortaya koyar.





Örneğin, On Büyükler serisine başlamadan evvel, Hilma af Klint’in aldığı vizyon mesajı şudur: ‘cennetsi güzellikte on tablo yapılacak ve yaşamın evrelerine dair, dünyaya bir bakış açısı sunacak.“ Hemen seriye çalışmaya ve insan gelişiminin dört evresini aktarmaya başlar: çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık. O dönemin şövale resmi geleneğinin aksine, büyük ölçekli yüzeyleri yerde üretmeye başlar. Kompozisyonlarında çokça botanik referans vardır gördüğünüz gibi, çünkü insanlığın doğayla olan bağını nasıl gördüğünü ve hissedişini boyaya katar. Ruhlardan aldığı sözlü mesajlara ise kıvrımlı metinler şeklinde yer verir. Astrolojik semboller ve kutsal metinlerden imgeleri zaten çokça kullanır.

Peki insanlık tarihi kadar eski olan bu cadılık, medyumluk, şamanlık bunlar nasıl bu zamana kadar uzanmışlar? Hiç bir bilimsel kanıtı olmayan bu uygulamalar nasıl olmuştu da bu zamana kadar gelebildi ve hala inananları var? 

Bazılarımız benimsemesek bile Dünya üzerinde ruhsal çalışmalara adanan çok ama çok sayıda insan var şu an. Şifa adı altından yükselen bir dalga: Kimisi parapsikolojik arayışta, kimisi kişisel gelişimde, kimisi gurulardan yana, kimisi cadılık peşinde, kimisi dini uygulamalarda… Değişiyor bakış açımız, içinde yaşadığımız ortam. 


Görüneni duyumsamak ve görünmeyipte hissedileni ayrıştırmak için bugün psikoloji ve sinir bilimi alanında çok çeşitli ve keyifli araştırmalar var. Belki onun üzerine de bir araştırma derler yazarım ama şimdi o taraftan değil de şuradan bakalım: Acaba neymiş bu gizemin peşine gidenleri cezbeden merak? 


Bunca filme, masallara konu olmuş cadılar kim? Medyumluk, kehanet, ritüeller, öte alemler, büyüler nereden gelirler? Bu yazıda bunların hepsini cevaplayamam ama yakında bir başka yazı hazırlarım; olsun o kadar.


Simya, kimya, sanat ve şifa arasındaki bu tuhaf tutku nasıl ortaklaşmış birlikte üzerinden geçelim mi biraz?

Af Klint’in Beşler grubunda, ruhlar gerçekten var mıydı? Bir grup sinerjisi miydi yalnızca? Af Klint, ben yaptım demekten çekindiği için mi başka bir güce mi atfetti bu resimleri yoksa? Yoksa Jung’un daha sonra psişe olarak tanımladığı gibi kendi ile bağlantısından mı çekip getirdi bu soyutlamaları?


Bilemeyiz değil mi? Ruh üzerine çalışan kişi başka, sembol üzerine çalışan kişi başka, sanatsal teknikler üzerine çalışan bambaşka, psikoloji alanında çalışan da başka taraflarından ele alacaktır. Neticeden daha ziyade “henüz bilmiyorum” diyen merakımız ve ihtimallere açık olan görüşümüz ile ela alırsak yaratıcılığımıza dokunması ancak o zaman mümkün olacaktır. İşte ilham da bu açıklıkla bir rüzgar gibi duvarlara çarpmadan ihtiyacı olana dolacaktır. 


Bu yazıyı henüz bilemediğimiz ne varsa, üzerine keyifle düşünebiliriz diye açıklıkla akıttım. Çünkü sanatın iyileştirici gücü, sanatçının tutku duyduğu konudaki inadı ile izleyiciye akar. Meseleyi önüne koyar, yeni bir düşüncenin yeni bir hissinin anahtarı olarak sunar: Bir manzara, portre, natürmort ya da enstelasyon, her ne ise üretilen, onunla karşılaştığın anda seni bir nefes bile durduruyorsa, içinde açılacak kapılara çoktan başlamış bir davet vardır, ondan. İşte, bize sanat ile dokunan, sanatçının içinde çıkamadığı konuya dair hissedişlerini, kendi içinden berraklıkla çıkarıp tüm içtenliğiyle, cesaretiyle aktardıklarıdır. Burada hayalgücü, cesaret ve istikrar ile sanatçının simya çalışması kadar hassas uğraştığı üretim süreci, kendinde bir iyileşme başlatırken, bir hâl gibi kaptan kaba (bilinçdışından bilinç alanımıza ya da kısaca gönülden gönüle) akar.


İşte böyle canlar.


Biraz merak, biraz iştah, biraz adanmışlık ve deneme cesareti ile dünyada ne olursa olsun, üzerine düşünmekten keyif aldığın şeyi sakınmadan üretmeye devam…

Henüz belirmemiş onca çok şey varken, hayal etmeye ve hissetmeye doğru, yola selam!
















Comments


Commenting has been turned off.
bottom of page