"Bir yapıt, ister somut ister soyut, yeter ki varlık olabilsin."
Müziği görsel bir dil olarak sanatına katan Füsun Onur'un sadelik, sembolizm ve duygular ile harmanladığı sanat yolculuğuna bakıyoruz beraber. Soyuta ve yeni heykel anlaşıyışına açılan penceresinden birlikte bakalım hadi.

1938 yılında İstanbul, Kuzguncuk’ta dünyaya gelen Füsun Onur, hayatı boyunca, ruhuna dokunmuş tüm anıların, nesnel ve duygusal izlerini taşıyan, aile yalısında kardeşleriyle birlikte yaşamını sürdürmektedir. Biriken zamanların arasında yaşamayı seçerken, sanatında ise bir o kadar minimal ve sade anlatıları tercih eder.
Aslında tam da sembollerin doğasında olduğu gibi: tüm detaylarıyla taşınması mümkün olmayan soyut anlatıların, tüm hikayeyi temsil eden sade imgelerle yüzyıllara yayılan somut tınısı gibi.
Buradan da hemen bi çağrışım çekiştiriyor zihnimi tabii: “Notalar da birer sembol değil midir, taşıdığı sesin tüm frekanslarını tek bir işaret ile yansıtır ya hani!”...
O zaman Füsun Onur’u da sembollerin doğasından yola çıkarak, müziği oluşturan ses, ritim ve boşluklar ile birlikte ele alabiliriz belki. Ne de olsa müzik de lisandan bağımsız var olabilmiş ortak bir dil.
Ama durun şimdi hemen değil.
Sembol lafı açılmışken biraz oradan tutmaya devam edelim iplikleri, sonra öreriz.
Şimdi, efendim konu sembol olunca diyecek laf çok olur ama bu defa, araştırmalarına ve ilmine çok güvendiğim, Metin Bobaroğlu’ndan ilhamla bir iki lafı soframıza katalım derim:
Kelime olarak Antik Yunancada aynı kökeni paylaşan, "symbolon", bir bütünün ikiye ayrılmış parçalarını ifade etmektedir. Hatta o dönemde, dostluk ve anlaşmaların işareti olarak bir nesne ikiye bölünür ve taraflar yarım parçaları alıp saklarlardı. Yıllar sonra parçalar bir araya geldiğinde, kimlik ve bağlılık bütünlenme ile yeniden tanınırdı. Bobaroğlu’na göre semboller de benzer şekilde: insanın varoluşsal bütünlüğünü hatırlatarak, derin hakikate açılan bir kapı işlevi görürler.
Hâl bu olunca sembol, sadece bir işaret değil, aynı zamanda zihinsel ve ruhsal bir köprü olarak değerlendirilebilir. Görünen ile görünmeyen, bilinç ile bilinçdışı, birey ile kolektif arasındaki bağın temsilidir. Tıpkı yine Bobaroğlu'nun belirttiği gibi: "Sembol, görünüşü aşan bir hakikatin ifadesidir. Onu çözebilmek için idrak gerekir."
Bunları yazarken yine aradan geliyor fikrim ve diyor ki : “Bir yandan da bu idrak ve hissedişe izin veren unsur, zihinsel müsaitliğimizde mi gizlidir?”
Bir çemberin yalnızca geometrik bir şekli değil, aynı zamanda sonsuzluğu, birliği ve kozmik döngüyü temsil edişi gibi; Ateşin sadece bir element değil, aynı zamanda dönüşümün, arınmanın ve ışığın sembolü oluşu gibi; Ya da Jung’un arketipler kuramında da belirttiği üzere semboller bilinçdışının aynaları ise; onları anlamak, kendimizi anlamak değil midir?
Sembollerin gücü, onların tek bir anlama indirgenemez oluşundan beslenir. Bu yüzden, bir sembolle karşılaştığımızda, her birimiz aslında kendimize bakarız. O, bilinç ve bilinçdışımızın birleştiği noktada öylece duruverir. Tıpkı bir "symbolon" gibi, eksik parçalarımızı tamamlamak için bizleri hakikate doğru harekete geçirir.
Sanatın da böyle bir gücü vardır. Eğer bir nefes durduruyorsa karşılaştığımızda, sanatçıdan bize akan ortak bir hissediş vardır.
O zaman, şimdi yine dönelim Füsun Onur’un anılar, nesneler, boşluklar, ritm ve müzik ile hemhal olduğu çalışmalarına.
Bana öyle gelir ki, sanki Onur, tüm yaşları ve halleriyle birlikte üretime girişir. İçindeki en küçük olandan en yaşlı olana kadar hepsi her an diyalog halindedir.
Çalışmalarına baktığımda bana geçen hislerde, hep başka bir taraftan işleyen şu fikir belirir: “bu bir seremoni. Tüm kendileri ile muhabbet sofrasına oturmuş, hemhal olmuşlar sanki”. Elbette, semboller gibi, ben de kendimdekini buluyorumdur belki, ama bu yazı da bu filtreden geçtiğine göre, buyrun ilham olur belki diyerek devam edelim.
Füsun Onur’un mekâna özgü çalışmalarını düşününce şimdi, masal gibi desen masal değil, çocuksu ama özensiz değil, yetişkin ama katı değil, sakin ama durgun değil…
Örneğin sergi alanında bir nizama göre dizilmiş yalın sehpaları peşi sıra görünce, önce boşluğun içinde öylece duran hacimlerine çekilir dikkatimiz. Ve tabii ki bir suali peşinde getirir: Ne var burada? Burda bişi var ama ne?
İşte izleyici olarak, “sanatçı burada ne anlatmak istemiş?” sorusuyla başladığımızda, çağdaş sanat ile aramıza giren mesafe çoğalmaya başlar. Birinin aklını okumaya çalışmak kadar yorucu olabilir.
Oysaki ilk soru, “ben ne hissediyorum, bana neleri çağrıştırıyor?” olsa, bir başka tanışıklığın ihtimali de belirir. Diyelim ki, ben bir şeyler düşündüm ve sanatçı bambaşka şeyler anlatmış. O zaman süprizli bir idrak edişe yer açılmış olmaz mı? Çünkü her iki taraf da tanışmak için düşünsel mesaisini ortaya koymuş ve eşit zeminde, birer adım atarak ortaklaşmıştır. Böylece yine yeniden, ver gelsin symbolon.
Şimdi gelin Füsun Onur’un çalışmaları özelinde yeniden bakalım.
Müzik ve görsel sanatın birbiriyle nasıl iç içe geçebileceğini araştıran ve bu iki disiplinin birleştiği noktada, belirecek hislerin merakına odaklanan Onur’un da önceliği her zaman, çalışmalarının hissedilmesi olmuştur. Az kelimeyle çok şey ifaden Haikular gibi az ama etkili unsurlar kullanarak, her bir ince detayı hassasiyetle yerleştirmiş ve izleyiciyle bulunduğu ortam arasında zamansız bir bağ kurmayı hayal etmiştir.
Eğlenceli mısra anlamına gelen Haikuların sadeliğinden, netliğinden ve hissettirme kuvvetinden öyle etkilenmiştir ki çalışmalarında görülen minimal yaklaşım bu geleneksel Japon şiir türünün etkileriyle bezenmiştir. Onur’un sanatı, şiirsel ritmi oluşturan boşluklar ve sessizliğin içinden doğan tüm seslerin dengesiyle harmanlanmış; Böylece mekâna özgü görsel müzikleri hayata kazandırmıştır.
"Müzik bizim içimizdeki gizli enerjiyi harekete geçirebiliyor. Onun için ritmi bulma yoluna gittim. Müziğin elemanlarını alıp onlarla çalıştım."
Onur’un heykel okuduğu dönemlerde hissettiği ağır baskı, onu soyuta yönlendirmiş ve heykel sanatının üzerine binen zihinsel yükleri gündelik nesnelerle eritmeyi hedeflemiştir. Üç boyutluluk, mekan ve hacim ise konu, başka anlatı türleri yaratılabilir diyerek çalışmalarında kendi mitolojisini diriltmeyi seçmiştir.
Seçtiği nesnelerin her birinin müzikal bir tonu ve volümü vardır. Örneğin çekiçler yüksek sesleri ifade ederken, kağıt malzemeler daha kısık tonlarda konuşurlar. Tüller, sandalyeler ve tüm nesnelerin Onur’un çocukluğundan itibaren süregelen nostaljik bir ilişki ağı vardır. İç mekân ile kurduğu ilişkinin oyuncu, içten ve masalsı olmasının bir yönü de İstanbul boğazında bir yalıda doğup büyümesi ve hâla o evde kardeşleriyle yaşıyor olmasıyla ilişkili olabilir. Nostaljik nesneler ve hayatla kurduğu duygusal bağların etkisi tüm çalışmalarında hissedilmektedir. Örneğin kedisi Tekir, oyuncak kutuları, biblolar ve her birinin arasındaki duygusal ilişkiye çalışmalarında sıklıkla yer vermektedir.
Mesela bu objeler, evinin her yerinde onunla birlikte iken, çalışmalarının hiç birini arşivlememiş, evinde yer vermemiştir. Hatta kız kardeşi olmasa bugün hiç bir çalışmasını yeniden görmek mümkün bile olmayacaktı belki.
Gündelik nesneleri bir heykel unsuru olarak kullanan Onur, zihninde beliren anlatıya başlamadan evvel içinde bir davet gibi hissettiğinden bahseder. Seçtiği malzemeler, imgeler ve konumları arasında duygusal ilişkiyi dinleyerek kurgular. Her bir nesnenin, bulunduğu yerde kendi varlığıyla mutlu hissetmesi önemlidir; Bunun için tüm dikkati ile çalışma tamamlanana kadar coşku ve merakla anlatıya kilitlenir. Kurduğu bağ zindelik ile akar, ta ki tamamlanana kadar. Anlatı tamamlandıktan sonra izleyiciyle kuracağı ilişki esastır ama sonrasında korunup saklanması hiç önemli olmamıştır. Çünkü ona göre, her çalışma, yalnızca bulunduğu zaman ve mekân ile birlikte var olabilecektir.
İşte hal bu olunca, az önce de söylediğim gibi tüm yaşlarıyla el ele verip birlikte bir seremoni gibi ürettiklerini hayal etmek belki size de iyi gelir; bu gözle de incelemeye başlayabilirsiniz. Belki hem sanat ile hem de kendimizle bir adım daha yaklaşmış hissederiz kim bilir.
Comentarios